Şükrü ALNIAÇIK yazdı: O linçe katılmayız

Şükrü ALNIAÇIK yazdı O Linçe Katılmayız! Konu: Yavuz Ağıralioğlu

Şükrü ALNIAÇIK yazdı: O linçe katılmayız
SİYASET 9.08.2022 21:25:00 2

Şükrü ALNIAÇIK yazdı

O Linçe Katılmayız!

Konu: Yavuz Ağıralioğlu

Künye:
İyi Parti’de diğer kuruculara nazaran biraz daha genç, namuslu ve heyecanlı olduğu için kendi fikr-i sabitesinde sebat etmeye çalışan, bu yüzden de zılgıt yiyen ve taciz edilen Ağıralioğlu’nun başına gelen son olay hakkında, bir politik kaygıya kapılmadan, ilmin ve vicdanın adalet kılıcıyla yaptığımız değerlendirmedir.

Ağıralioğlu’nun linç edilmesine sebep olan sözleri özetle “Müslümanlıktan çıkan bir Kürd’e Türk vasfı vermeyeceğimiz gibi, aynı durumdaki Türk’e de Türk demeyiz” şeklindedir. 

Bunu sanırım, eski istirahat günlerinde kahve sohbeti havasında, siyasi kaygıdan uzak bir “dost” meclisinde söylemiştir.

Ağıralioğlu’nun bir türlü odaklanamayan müsterih gözleri, günde bin kez gördüğü bir kardeşine bakar gibidir. 
Sözleri ise şekil bakımından da içerik bakımından da yeni bir vizyon deklarasyonu veya bir ideolojik manifesto değildir. 
Muhtemel hedefi, İslam'ın uhuvvet kültürü sadedinde bin yıllık kardeşlik mesaimizi anlatmaktır.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun 2009’da vefatından sonra, BBP benel başkan adayı olduğu dönemden ortak dostlar vesilesiyle meşrebine tanık olduğum bu Yozgat Karadenizlisi, şunu anlatmaya çalışmaktadır:

“Adam (PKK veya Dev-Sol örneklerinde görüldüğü gibi)  bir doktriner müdahale sonucunda dinden çıktıysa onun artık bizim gönlümüzdeki yeri ne Kürtlük ne de Türklük’tür.” 

"İnsan minsan..." Bunun, bugünkü ideolojik terör ortamında siyasi bir ehemmiyeti de yoktur.

Bu hüküm, ezberler ve  mütearifelerle oyalanan ansiklopedinin uğraş alanı olmadığı için kulağı tırmalamakla birlikte reel politik açıdan doğrudur. 

Bir sözlük yazımı veya bir kavram tesisi değildir. Doktora tezinde de yazılmamıştır.
Üst düzey ilmi destek imkanlarına sahip, ideolojik bir "mübalağa"dır.

Yani bir sanatlı anlatımdır. 

“Türklerin % 60’ı aptaldır” derken % 40’çılık oynayanların, bu tür "milli fâide" odaklı duygusal fakat dikkatsiz sözleri biraz daha soğukkanlı bir kulakla dinlemesinde fayda vardır.

“Türk Kimdir” + “Hangi Türk’ün Milliyetçisiyiz?” konusunu 45 yıldır düşünen, 12 yıldır da yazan bir Ülkücü eski akademisyen olarak bize de söz söyleme hakkı ve bilirkişi sorumluluğu doğmuştur. 
   
Yavuz Ağıralioğlu’na artık olan olmuştur, bunu O’nun şahsı için yapmıyorum. Ancak bir Tarihçi olarak tespitlerimi ve bir Ülkücü olarak gözlemlerimi buraya aktarmak zorundayım. 

80’li yılların ortaları… Bir gün arkadaşlarla Beşevlerde Gazi’nin bahçesindeyiz, tam da “Osmanlı nüfusu ve etnik demografisi” üzerine yüksek lisans tez çalışmamı yaptığım günler…

7 kişiyiz, tabii yedimiz de Ülkücüyüz… Sağıma baktım Gürcü Bülent, soluma baktım Kabartay Ahmet, öndeki iki kişiye baktım. Biri Kürt Cehdi, biri Arnavut Sedat… 
Aramızda bir iki de melez var… Osmanlı Mebuslar Meclisi gibiyiz…

75’te Ülkücülükle tanıştığım Kırşehir’de de benzer fikir heyecanları yaşamıştım. 

Karşımızda mektep marifetiyle dinden çıkarılmış Marksist Kürtler, yanımızda Müslüman Kürtler vardı. 

Ocak başkanımız da Kırşehir'in yerli Kürtlerinden Fikret Bektaş'tı.

Muşlu Fikri Abi koğuşa gelip ahlaki sohbetler ederdi. Vanlı Mehmet Şirin, bir Kürşat çerisi gibiydi. Nusaybin’li Ahmet Veysi, kritik anlarda yaptığı “ateşli” hamlelerle hepimizin ağabeyi ve idolüydü.

Konunun dinle olan alakası, “doğal ve organik” değil, “yapay ve sentetik”ti. 

Yani bu duruma “Müslüman olmayana Türk denilmez” şeklinde bir ansiklopedik tanım getirmek belki mümkün değildi. Ama kişiden İslam inancı ideolojik bir kasıtla çekilip alınınca oraya Türk karşıtlığı, Türkiye karşıtlığı ve bölücülüğü yüklemek son derecede mümkün hale geliyordu. 

Öyleyse inanç, Türkiye ölçeğinde sadece “din”den ibaret değildi. 

İnanç, Anadolu ve Rumeli halklarını (tebâyı) yüzyıllarca devlete ve resmi ideolojiye bağladığı ve o devlet de 1923 itibariyle “Türk devleti” olduğu için dine bağlılık devlete bağlılığın öncüllerinden biriydi. 

Dolayısıyla devlete başkaldırmak, devrim yapmak için çalışan Marksist örgütler, beyinlere ve gönüllere girebilmek için önce dine, İslam’a, inanca oynuyor, “ulü’l- emre itaat”i yıktıktan sonra oraya devrim fikrini yerleştiriyordu. 

Aslında Sümer Zigguratlarından beri durum böyledir, şimdilik oraya girmeyelim.

PKK da bu şekilde Marksist FKF ve DDKO üzerinden ivmelenmiş ve Ateist Yalçın Küçük'ün vaazlarıyla ayakta kalmıştır. 

Dolayısıyla konunun Gagavuzlar’la veya Bodrum’da rakısını yudumlayan köy enstitüsü müdürü Cevat Şakir amcayla bir ilgisi yoktur. 

İhmaller İhmaller…

Sonraki araştırmalarımda Türk kavramının İslam’la olan tarihsel alakası konusunda bir “Nizamiye doktrini”yle karşılaştım ve oradan bir keşfe gittim. 

Sultan Alparslan'ın kurduğu Medresenin adı Nizamülmülk'den gelir tabii de...  Tezin ve doktrinin adını da -söylemesi ayıp- ben koydum.

Akademinin çoktan keşfetmiş olduğu “Ümmetten Millete geçiş” “Nizamiye Doktrini”yle ilgili tezlerin yanında yüzeysel bir ezber mesabesindedir. 

Nizamiye doktrini, batıya gelen ve Anadolu’ya giren Bozkır atlılarına siyasi kimlik veren bir ortaçağ ekolüdür. Bağdat’tan Diyarbekir’e kadar Şafi, Erzurum’dan Edirne’ye kadar Hanefi fıkhına uygun kadı, müftü, müderris ve imam yetiştirmiştir. 

Sonra da bu imamları köylere kadar her camiye göndermiştir.

Bu ideolojik operasyon, camiden ve tellaldan başka kitle iletişim aracının olmadığı bir çağ için yeterince “eğitici ve kültürlendirici”dir.

Türkmenler, Kürtler, Lazlar, Gürcüler, Arnavutlar ve Boşnaklar, Davud-u Kayserî üzerinden Osmanlı Beyliğine intikal eden Nizamiye akâidi ve ameli sayesinde bir arada yaşama ve var olma arzusu taşıyan bir Ümmet-i Muhammed kitlesi olarak Anadolu’yu vatan yapmışlardır. 

Müslümanlığın Türklük, Milliyetçilik ve Vatanseverlikle olan kavramsal bağlantısını dönemin devlet parasız yatılı üniversiteleri olan Nizamiye Medreseleri'ni hesaba katmadan kuramazsınız. 

Nizamiye doktrininde iki değişmez düşman vardır:

1- Saldırgan haçlılar…
2- Haşhaşî eşkıyalar.

Yani Selçuklu ve Osmanlı asırlarında örgün eğitimle, operasyonel kimlik inşası, din  ve mezhep odaklıdır. 

Evet Fransa “SINIF’tan ULUS’a” geçerken biz “ÜMMET’ten ULUS’a” geçtik. Doğru…
Bu yüzden fiiliyatta ümmet neyse, ümmetin Misak-ı milliye sığan kısmı olan ulus da odur.

Gelelim ihmaller kısmına...

"İyi de kardeşim geçebildik mi?.."

Modern akademi, mezhep faktörüyle karşılaşınca ürkmüş ve bu konuyu didikleyip bırakmıştır. 

Nizamiye Medreseleri’nin talebelerine Selçuklu asırlarında Bağdat’tan Erzurum ve Afyon'a, Osmanlı asırlarında İznik'ten Bosna'ya kadar "resmi sadakat" eğitimi verirken takındığı doktriner tavrı neden hiç konuşmadık?

1517’den sonra devlete sadakatin aynı zamanda Hilafet üzerinden Sünni İslam’a sadakat olduğunu ve bunun dinsel etnisite üzerindeki etkilerinin günümüze olan yansımalarını neden hiç sorgulamadık?.

Tabular var; linç edilirsiniz!.. Maaş ve makam için kafa sallayan akademisyenlerin böyle riskleri alabileceğine ihtimal veriyor musunuz?... 

Yakına gelelim ki çaylar soğumasın!.. “Hocam bin yıl geriden uçma” diyenleriniz olabilir.
Tamam...

1826’yı hiç masaya yatırdık mı mesela? .. “Mehmetçik” kavramı doğacak biraz sonra… 

1812’de Tımar Sistemi’ni ve sipahilerini kaldırmış olan “reformların efendisi” Sultan II. Mahmud, şimdi de Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”yi kuruyor.  (Bugünkü TSK'nın temelleri)

Yani merkez ordusu da, taşra ordusu da lağvediliyor.

Artık has, zeamet, timar, arpalık almak dirlik vergisiyle geçinip asker beslemek yok. Ulufe, yok, cülus bahşişi yok, ganimetten pay filan da yok. 
Askerlik artık “vatan borcu” aslanlar gibi ödeyeceksin.  Sür kınanı gel…

“Kaç kişi ödeyeceğiz hünkârım? Şeyh Zayed de gelecek mi?..”

Daha ülkede bir nüfus sayımı bile yapılmamıştır; Sultan Mahmud’un işi zordur. 
Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken, ocağın ahlaki doktrin müessesesi olan Bektaşi tarikatini de kapattı her yerde tekkeler Nakşibendi emvaline ve evkafına yazılıyor. 
En azından söylenti böyle….

Sen de Alevi - Bektaşi’sin…
 Zaten Kerbela, Şah İsmail, Pir Sultan Abdal hikayeleriyle büyümüşsün… Devlete sadakatini temin eden bir tek dal kalmış o da Bektaşilik…
Şimdi onu da koparıyorlar… 

Sonra da “Gel Yemen’de Hilafet-i İslamiyye’nin şanı için Şii Zeydîlere karşı savaş evladım” diyorlar.

Senden Redif olur mu?...
Bence olmaz…

Şimdi, “Yemen Türküsü” bir adama hitap etmiyorsa, “Türk Milleti Türk Milleti, aşk ile sev milliyeti” diyen mehter, kös vurdukça adamı gıcık ediyorsa…
Ve bu şahıs, Nizamiye medresesi şurada dursun, Hz. Ali’nin katlinden beri camiye gitmiyorsa…
Ve çoluğunu çocuğunu koruyup kollamak için devletin her türlü söylemine 900 yıldır mesafeli duruyorsa, ondan Atatürk’ün bir iki vecizesiyle “Türk” olur mu?

Atatürk’ten “İkinci Ali” diye umutlansa bile olmaz!
Mezhep kimliğinde sebat, uluslaşmanın önündeki en büyük engeldir mesela...

İki taraf için de böyledir. Milliyetçi Hareketin CHP'yle AKP arasında sıkışmasının sebepleri de  burada yatmaktadır.

Laik eğitim sisteminin bütün çabalarına rağmen herkes mezhebine sıkı sıkı sarılmıştır.
Çünkü, sonradan çoğu Sol sosyalist fikirleri benimseyen Alevi aydınlarına göre Kemalist Devrim, bir “üst yapı devrimi”dir.
Tellaklar değişse de; “tas aynı tas, hamam aynı hamam”dır!..

Türk olmak, fiilen beynamaz da olsa Sünni çoğunluğa katılmak ve onun gibi yaşamaksa adam niye Türk olsun ki?..

Şimdi Türk kimliğinin yeniden Ümmet’e doğru evrildiği son 20 yılda Alevilerin ne kadar büyük bir heyecan içinde AKP’nin karşısındaki FETÖ dahil herşeye sımsıkı sarılmasının ve hatta Esed’e bile sempati duymasının nedenlerini biraz daha anlayabiliyor muyuz?..

15 Temmuz’daki Rusya İran yakınlaşması, adına Paralel Devlet denilen iki Sünni yapı arasında sıkıştığını düşünen Alevilere bu konuda da bir rahatlama getirmiştir. 

Ama yetmez, “bu hükümet gitmelidir!” FETÖ’nün beli kırılmıştır; sıra AKP’dedir.

Tımar Edilmemiş Türk Kavramı’nın Problemleri!

900 yıldır bu topraklarda Türk deyince akla “devlete sadık Sünni Müslüman” geldiği için Dersim çevresinde Alevi Türkmenler kendisini Kürt, Sünni Zazalar Türk olarak tanımış ve ideolojik eğilimler de buna göre şekil almıştır. 

“Evlad-ı Kerbela’yık” diyordu, Seyit Rıza 1938’de asılmadan önce…
O zaman, yüzyıllardır ulul emre itaat etmeyen, şimdi de Atatürk’ün jandarmasını katleden bu “Evlad-ı eşkıya” kimdi kardeşim?..

Şimdi bırakın dinden çıkıp Marksist olmayı, halim selim bir Alevi’nin bile bu “tımar edilmemiş Türk kavramı” karşısında bunaldığı, hissî kaygılar yaşadığı ve bin yıllık Sünni majorite karşısında bir seküler liman olarak gördüğü için CHP’ye sığındığı bir Türkiye’de bu konular üzerinde çözüm odaklı bir tartışma yapamayacak mıyız?

Bence yapamayacağız, çünkü Türk’ün çatışmasıyla ve döktüğü kardeş kanıyla semiren baronlar bundan haz etmiyor. 

Milletin tanımını lise ders kitabına yazan arkadaş, AP iktidarında “Din birliği”ni tanıma dahil edip, darbe ve CHP dönemlerinde “Tarih birliği”ni bile çıkarıyorsa Türk intelijensiyası okumayı Lise-2 seviyesinde bırakmış demektir. 

Hükümet “Millet”i, Alevi’yi kucaklayacak bir revizyona dahi gitme zahmetine katlanmadan “Ümmet” diye anlar ve anlatırken, CHP’liler de “Millet”i sadece “Atatürk ulusu” görme eğilimindeyse, bu sinsi çekişmenin torunlarımızı da meşgul edeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. 

Öyleyse ne yapalım?.

Bu konularda, eksik, gedik, yerli yersiz de olsa yeni bir söz söyledi diye adamı hemen linç etmeyelim. 
Ne demek istedi, neden söyledi, laf nereye gitti? Ona bakalım. 

Şimdilik lafı tamam ederken…

Türk, kültürel genetiği ve karakteriyle bize lazımdır. Nerede ve nasıl olursa olsun, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun peşinen severiz. 

Dinden çıkmışsa mental sapma yaşamıştır, dönmesini bekleriz. Yani kuyumcu terazisi gerektiren bu konularda prefabrik fikir inşa etmenin taraftarı değiliz.
Ağıralioğlu, bir siyasi komployla karşı karşıya kalmıştır. Onunla siyasi çizgisi sebebiyle mücadele ederiz.
Ama, O’nu anlamadan dinlemeden, haksız yere linç etmeyiz.

Türklerin % 99’u Müslüman ve çoğunluğu Sünnîdir.  Bu fırtî durum ne tek başına bir muvaffakiyet ne de kabahattir.

Aynı durum Aleviler için de geçerlidir.

Laiklik öncesi iktidar dönemlerinde siyasi ve ideolojik tercihlerin bu çoğunluğun  mezhebine göre şekillenmesi manevi ihtiyaçlar yoğunluklu çağın şartlarına özgü bir mecburiyettir. 

Monarşi de olsa mecburiyettir, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti de olsa mecburiyettir.

Yani Sultan Alaattin Keykubad, yaklaşan Moğol tehdidi karşısında askeri ve vergiyi en çok kimden toplayacaksa,  elbette ona “Selamünaleyküm” diyecektir.

Hatta Cuma hutbelerinde sırtını sıvazlayacak, karşı sokaktaki Nakkaş Agop’un da duyacağı şekilde “Allah indinde yegane din İslam’dır” diyecektir.

Caminin duvarlarına “Muhammed” yazacak, O’nun 4 halifesini ve zulme uğrayan torunları, Hasan ile Hüseyin’i de nakşedecektir. 

Bu arada, Sünni Türkler, İslam dünyasının en naif Sünnileri, Alevi Türkler de en güzel Alevileridir. 
(Allah Türk'ün Alevisini, Selefi'den, Sünnîsini Karmatî'den korusun.)

Son Sasani kisrasının damadı diye Hz. Hüseyin üzerinden “habbeyi kubbe yaparak” diğer halifelere sövmek gibi bir mezhep fanatizmi bizde görülmez.

Bizim tek eksiğimiz, âkil ve mâkul bir şekilde bu konuları tartışamıyor olmamızdır. Türkiye’nin bugün yaşadığı siyasi gerginliğin sebebi budur. 

Yavuz Ağıralioğlu da bu minvalde linçe maruz kalmıştır. 
Niyeti Türk-Kürt kardeşliğini kutsallar ve tarihi yaşanmışlıklar üzerinden tebarüz ettirmektir.

Ne Maraş’ta vurulanlar, ne Madımak’ta ne de Başbağlar’da yakılanlar, bu gerginlikten siyasi rant elde eden keyfi gıcırların umurunda değildir. 

Türkiye’de din ve mezhep konusunu tabulaştıranlar, inancın ideolojik ve siyasi tercihler üzerindeki etkisini saklayanlar, kapıkulu meşrepli saray soytarıları ve her iki tarafa sızmış gizli ajandalılardır. 

PKK’yı ve bölücülüğü tartışırken “din kapıdan çıkarsa Türklük de valizini toplamaya başlar” veya “dinden çıkan bir Kürt, Mehmetçiğe daha kolay kurşun atar” diyen bir hatibi  linç etmek, bu alandaki sorunların çözümüne katkı sağlamayacaktır. 

Sen “tarihte bin yıl gezdin, ne gördün hocam?” diye sorarsanız, bana göre dünyanın neresinde olursa olsun hem Türklüğün hem de Müslümanlığın ölçüsü, “Zeyd’in Mehmetçiğin namlusuna olan mesafesi”dir. 

MPT 76’nın kabzasını tutan nefer, bir evliya kadar mübarek, namlunun karşısına geçen şeyh ise bir haçlı şövalyesi kadar müptezeldir.

Türk’ün görevi, “tüfeği kaptırmamak”tır!

Saygıyla... 
Şükrü Alnıaçık
9 Ağustos 2022

İbrahim özgünseven
11.08.2022 18:37:11
Açıklamalarınız , tarihi belge niteliğinde , elinize sağlık , teşekkür ederiz . . .

İbrahim özgünseven
27.09.2022 08:24:07
" kaptırmayacağız ! . . ."

Haberi Sesli Oku

YAZARLAR