Şükrü ALNIAÇIK


Devlet Bey’in Liderliğine Giden Yol.. “Kırk Yıllık Tanıklıklarım”

Devlet Bey’in Liderliğine Giden Yol.. “Kırk Yıllık Tanıklıklarım”


Devlet Bey’in Liderliğine Giden Yol.. 
“Kırk Yıllık Tanıklıklarım”

(1997 Kurultayının 28. Yıldönümü Anısına)

Bu yazı, yazarının MHP Genel Başkan Başdanışmanı olarak MHP Genel Merkezinin 2. Katında görev yaptığı dönemde, Ortadoğu Gazetesinin 16, 17 ve 18 Şubat 2017 tarihli nüshalarında
“Fitne Yalanları ve Tanıklığım” 
başlığıyla yayınlanmıştır.

Tarihçinin çalışma yöntemi, inanılırlığı ve etki kapasitesi “dereceli” olmak üzere “Birinci ve İkinci elden kaynaklar”adayanarak geçmişteki önemli olayları anlatmaya dayanır.

“Üçüncü sırada ise tetkik eserler” yani başka bir müellifin çalışmaları vardır.
Birinci elden kaynaklar, TBMM cerideleri, Osmanlı kadı sicilleri gibi resmi yayınlardır.

İkinci elden kaynaklar ise zamanında yapılmış; Cami-ut Tevarih, Şecere-i Türkî gibi araştırmaya dayalı telif eserlerdir.
Tetkik eserler ise İ. Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi gibi arşive dayalı akademik çalışmalardır.

Gazetecilik ise daha ziyade “bugün”le ilgilidir ve gazeteci bilgiye kendi yöntemleriyle ulaşır.

Bu önemli iş kolunda ajanslar, muhabirler, röportörler görev yaparlar.
Ayrıca gazeteci “haber kaynağını saklamak” gibi bambaşka bir hakka sahiptir.

 

Gazeteci kendini, Tarihçi gibi verdiği her orijinal bilgiyi dipnot düşerek belgelendirmek zorunda hissetmediği için burada “meslek ahlakı, gazeteci etiği” devreye girer.

Bu konuda yapılmış yüzlerce araştırma, yazılmış kitaplar vardır.
Gazeteci ahlaksız olursa, bir de kaynaksız tarih anlatmaya kalkarsa, işte orası tam bir “müellif barbarlığı”dır.
Tarihçi bazen de kendi metodolojisinin etkisi altında, bir gazete köşe yazarı olur. 
Böyle bir gazeteci, kaynaksız yazmaktan, desteksiz atmaktan uzak durur.

Bu durum, okuyucu için bir avantajdır. Yazarın hakikate olan mesleki sadakati, okuyucuyu aldatılmaktan korur.
Hele bu Tarihçi kökenli gazete köşe yazarı, Türk İslam kültürüne, Ülkücü ahlakına sadıksa o zaman tadından yenmez olur.

Bu yazar, herkes gibi bazen de tarihin içinde yer alır, bazı olayların tanığı olur.
Şimdi sadede gelelim: 
Böyle, Tarihçi kökenli, 40 yıllık Ülkücü bir gazete köşe yazarının bizzat şahit olduğu geçmişe dair bir hadise, ahlaksız bir gazeteci tarafından sağından solundan sündürülerek yalan yanlış anlatılıyorsa, bu durumda Ülkücü yerinde duramaz. 
Sabahattin Önkibar’ın kitabında attığı palavralardan birinin yakın tanıklarındanım. Üstelik “sübjektif bulunabilir” kaygısıyla şahitli konuşacağım.
Olay bir süredir “Bozkurtlar Bahçeli’yi de dövmüş” yaygarasıyla Ülkücü camianın umumi ahlak ve karakterini de hedef aldığı için çok kısa olarak kendi tanıklığımı anlatmak zorundayım:
Benim kişisel tanıklığım önemlidir; çünkü 1980’le 1984 yılları arasında kesintisiz olarak DTCF teşkilatında görev yaptığımın yaşayan yüzlerce tanığı vardır. 
Durumdan bir tarihi rol çıkarmak iddiasında değilim. “Yalanın” başı küçükken ezilmezse sonunda fitnenin büyüyeceğini düşünüyorum. Bunları bu yüzden yazıyorum.
Ülkücü hareketin 1980-1985 teşkilat çalışmaları, Tarihçi deyimiyle biraz “karanlık”tır. Yani bu dönem belge, kaynak ve kayıt tutulmayan 12 Eylül sonrası “siyasi yasaklar” dönemidir.  
Dernek kurmanın, üç kişi bir arada yürümenin, siyasi toplantı yapmanın yasak olduğu bu dönemde elimizdeki yegâne kaynaklar, kişisel tanıklıklardır.
Milli Eğitim ve Kültür, Hamle, Yeni Düşünce ve Bizim Ocak gibi dergi platformları, bu faaliyetlerde yer alan Ülkücülerin şahsi müktesebatına da bağlı olarak zaman zaman “teşkilat” gibi görev yapmıştır.
Rahmetli Başbuğ, Mamak’ta ve Dil Okulunda tutuklu bulunduğu süre zarfında, bu faaliyet çevrelerinden hiç birini “teşkilat” olarak vasıflandırmamış, bir veliaht tayinine gitmemiştir.
Bunun iki önemli sebebi vardır:
1- Dışarıda kalmış Ülkücüleri yeni tutuklamalardan korumak…
2- Kendi kontrolü dışındaki derin yapıların müdahale edebileceği bir taht kavgasına mani olmak…
Konu kitap hacminde anlatılabilir. Ancak ben sadece fitnenin önünü kesmek amacıyla, kendi tanık olduğum bir kaç “nokta”yı anlatıp; hikâyeyi burada keseceğim.
1985 yılında Dil Tarih’i bitirmiş, 84 ÖYS’de Hukuk Fakültesini kazanmış, bir yandan Yüksek Lisans yapıyor, bir yandan da Ankara Tıp teşkilatından Ülkücü Doktorların marifetiyle girdiğimiz İl Sağlık Müdürlüğünde memur olarak çalışıyordum.
Bir gün DTCF’deki Mamak’lı arkadaşlar vasıtasıyla Çelik-İş sendikasında tanıştığımız 12 Eylül öncesinin son Ülkücü İşçiler Derneği Genel Başkanı Vedat Ağabey beni çağırdı; Tandoğan’da buluştuk.
Bana “şimdi konuşacaklarımızı, Başbuğ, ben ve sendenbaşka kimse bilmiyor. Devlet beye bir saldırı olmuş, gerçi fiziken önemli bir şey yok; ama Başbuğ:
‘Bu pisliği temizleyin!’ emrini verdi” dedi. 
Yalnız “kesinlikle kimse duymayacak”tı!..
“Ağabey, saldırıyı yapanlar bunu şimdiye kadar yaymışlardır” demeye kalmadı. Cebinden bir kağıt parçasıçıkardı. Pusulada Başbuğ’un el yazısıyla “Suat” yazıyordu. 
“Yanlış bilgi!.. Suat öyle bir şey yapmaz!” Dedim. 
Çünkü Ankara’daki bütün eylem potansiyellerini az çok biliyor ve olayın kimden geldiğini tahmin ediyordum.
Not: Adımız gibi emin olduğumuz hükümleri sıralamak yerine Ülküdaşa saygıdan kaynaklanan bir “öyküleme” yöntemini tercih ettiğimiz için yazı yarına sarktı!

(Devam edecek…)

Fitne Yalanları ve Tanıklığım - 2

Başbuğa yanlış isim gitmiş olmasının “aceleden ve ön yargıdan kaynaklanmış olabileceğini” ifade ettim.
Başbuğ da zaten “pislik” derken herhangi bir şahsı değil“olayı” sorguluyor ve bu boyuta gelmiş bir iç kavganınbitirilmesini istiyordu.
O tarihte Ankara’daki bu tür bir olayda rol alabilecek üç örgütlü grup vardı.
Beşevler’de Gazi Akademililer, Sıhhiye’de Dil Tarihliler ve Sivas Yurdunda Beytepe’liler…
Daha yukarıda ise bu üç grubu da etkileyen, ikiye bölenbir Timbay-Mayaş çekişmesi yaşanıyordu.
Timbay denince akla Muharrem Şemsek, Mayaş denince ise Devlet Bahçeli, Ali Güngör ve İsmet Büyükataman geliyordu.
Mayaş, adını ilk kez, Mamak’taki MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın İddianame, Sorgu ve Savunmalarını yayınlamasıyla duyurmuştu. 
Timbay ise sonradan Mayaş’a rakip olarak kurulmuştu. 
Ali Güngör gibi sıkı teşkilatçı ağabeyler, meydanı,yönetemeyeceği adamları fazla sevmeyen Şemsek’e bırakmak istemedikleri için bu iki başlılık ortaya çıkmıştı.
Başbuğun çıkmasına yakın, iki tarafın da ayrı ayrı okul başkanı atadığı kısa bir dönem yaşandı.
Devlet Bey’e başarısız saldırı girişimi de işte bu dönemdeyapıldı. 
Şemsek’in atadığı genç “reisler” ev basıyor, adam dövmeye kalkıyor, silah gösteriyor, “teşkilat biziz” diyorlardı.Muhtemelen olan bitenden Şemsek’in bile haberi yoktu.
Tandoğan’daki saldırıdan birkaç gün önce, bizim (Rahmetli) İsmet Kahveci’yle İbrahim Ekici’ye, DTCF teşkilatının Topraklık’taki gecekondusunda saldırmışlardı. 
Olayların teşkilat hiyerarşisiyle bir ilgisi yoktu. Şemsek, Başbuğ içerden çıkmadan önce, güçlü bir “teşkilat” kurarak partileşmeye ve Başbuğ’u “tek tabanca” karşılamayahazırlanıyordu. 
Devlet bey ve Akademililer ise oldubittilere pabuç bırakmıyor, zorbalığa karşı dik duruyordu. 
Başbuğun vefatından sonra copy-paste yöntemiyle tahrif edilen ve Devlet Bey hakkında MİT dedikodusunun çıkmasınasebep olan o ünlü mektup da işte bu dönemde yazıldı.
Halkımız nedense, o mektupta üstüne Devlet Bey’in adı bir üst satırdan alınarak yapıştırılan ve böylece adı gizlenen gerçek MİT mensubunun kim olduğunu bugüne kadar hiç araştırmadı.
Ben 1983’te dipnotlu, referanslı, 50 Sayfalık bir “Ülkücü Hareket” semineri hazırlamıştım. 
Yukarıda sözünü ettiğim bütün Ülkücü grupların önde gelenleriyle 5 yıldır tanışıyordum. 
Vedat Ağabey, disiplinine ve ketumiyetine güvendiği bir Ülkücü olarak, beni o yüzden çağırmıştı.
O’ndan sessiz ve sakin bir ön araştırma için müsaade istedim. 
Ertesi gün de sessizce Devlet Bey’i ziyaret etmek üzere Gazi Akademi’nin yolunu tuttum.
Hikâye uzun, ama gerçek şu ki; Devlet Bey o gün, yarasız ve beresiz olarak görevinin başındaydı. 
Bir kişiyi resminden, kendisine vurup kaçmaya çalışan şahsa benzetmişti ama “kesinlikle” intikam istemiyordu.
Sonraki günlerde Gazi Akademi teşkilat yöneticilerine debazı saldırı olayları başlayınca bir gün Devlet Bey’in umur ve taş medrese görmüş öğrencisinden bir telefon aldım.
Sağlık Müdürlüğünde, görevimin başındaydım.
“Kaç araba gelebilirsiniz?” diye soruyordu.
Anlaşılan şimdi “edep zamanı”ydı!
“Paramız kaç arabaya yeterse…” dedim gülüştük. 
Müşfik, soğukkanlı ve biraz da gösterişli bir eylemdi. Bizdeki savunma derinliğini hissettiren bu olaydan sonra bir daha hiçbir Ülkücü, başka bir Ülkücüye karşı kaba kuvvet kullanma girişiminde bulunmadı.
Gazi’nin sonraları giderek artan şöhreti de işte o günlerde başladı.
Zaten kısa bir süre sonra da Bizim Ocak Dergisi, teşkilat özelliği kazanarak yurt çapında yaygınlaştı. Yan yanaolduğumuz arkadaşlar çeşitli üst görevlerde bulundular. 
Başbuğ, siyasi hayatında ilk ve son kez bir Ülkücüyü yeni kurulan MÇP’de göreve çağırdı. 
Dr. Devlet Bahçeli, 17 Nisan’da Üniversitedeki görevinden istifa etti. 19 Nisan 1987’de MÇP Genel Sekreteri oldu.
Ali Güngör, MÇP Genel Başkan Yardımcısıydı. Akıl, sadakat ve kalite kazanmıştı.
Ülküdaşa dayak timi kaybetmiş, kadro ekibi ve akademisyenler grubu kazanmıştı. 
1987’deki % 3’ten, % 18’e, iktidara doğru giden yolculuk işte böyle başlamıştı.
1980-1985 döneminde dışarıdaki Ocaklılarda, Başbuğ’a karşı giderek artan bir saygıdan, sevgi ve özlemden başka hiçbir duygu gözlenmemiştir.
“Moruk” lafı filan, 85’teki bu muhteris saldırganlığa, sonradan uydurulmuş gerekçelerdir.
Yaşar Okuyan, Kemal Zeybek, Agâh Oktay Güner gibi erken tahliye olan partililerde bazı sızlanmalar görülmüştür.
Önkibar dahil hepsi de yalanın ve fitnenin pençesindedir!
Vefatına kadar bir delikanlı gibi dimdik yürüyen Başbuğ’a gıyaben de olsa ihanet etmek, bu devşirmelerden başka kimsenin aklına gelmemiştir.
Devlet Bey, bize Başbuğ’un emanetidir. 
Ona uzanan ihanet hançerlerine göğüs germek, bizim için şerefli bir görevdir! 

Not: İki gündür anlatılanların en az iki yüz tane, “aklı başında” ocaklı şahidi vardır. Bazı isimler, izinsiz zikretmemek adına saklı tutulmuştur.

Fitne Yalanları ve Gerçekler! - III

İki gündür ilk elden, kendi tanıklığım çerçevesinde özetlediğim olayların bir de “tetkik eserler” yani araştırmalarkısmı var.
Hem anlattıklarımı sübuta erdirmek, hem de 12 Eylül sonrasında yaşadığımız sıkıntıları anlamak açısından bugün de köşemi bunlara tahsis etmek istiyorum. 
Bu olayların yaşayan bir şahidi de son Ülkü-Köy Genel Başkanı Bahattin Ergezer’dir. Hatta o günlerde kendisi desaldırıya uğramıştır.
Ben Bahattin Ağabeyi ilk kez Ankara’dan Kırşehir’e getirilen bir şehit cenazesinde tanımıştım. 
1977 yılı kışıydı, şehidimiz Şerafettin Şahin’iuğurlayacaktık.
Gece beklediğimiz cenaze öğleye doğru geldiği için o gün kızıl bölgeyi “intikam” sloganlarıyla üç kez geçmiş; Ankaraekibiyle birlikte Mucur’a doğru yola çıkmıştık.
Cenaze köyden kalkacaktı.
Başımızda da Ülkü-Köy Genel Başkanı Bahattin Ergezervardı. 
İşin ilginç tarafı köy, Ergezer’in kendi köyüydü!
Köye gittiğimizde olay daha da ilginç bir hal almıştı.
Bahattin abi, akıncı karası gözlerini köylülere dikmiş;elindeki megafonla: “Onu siz öldürdünüz!” diye bağırıyordu.
Biz daha 16 yaşındaydık, çocuk sayılırdık. Sitem ve azarlanma kaygısıyla gittiğimiz köyün buzlu deresindentopluca abdest alırken öyle bir disiplin içindeydik ki; bu ağıritham karşısında köylülerden tek bir aykırı ses bile çıkmamıştı.
Köy, son seçimde oyunu CHP’ye vermişti. Acıyı bastıranmahcubiyetin sebebi buydu.
İşte o Bahattin Ergezer de dün anlattığımız, 1985’teki busınırsız hoyratlıktan nasibini alanlar arasındaydı.
Bizi üç gündür yazmaya sevk eden konu, seneler sonra ilk defa MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin “Bin Bozkurt’umla Taksim’e gelirim” sözünden sonra yandaş medyada yapılan haberlerle gündeme geldi.
29 Nisan 2011 tarihli Star Gazetesi’nde, Devlet Bahçeli’nin 1985’te nasıl saldırıya uğradığı “biz yaptık” diyenlerin ağzından yalan yanlış anlatılıyordu. 
Allah’tan olay, dönemin mağdur tanıklarından Ergezer’ede sorulmuştu.
O da kendisine özgü bir samimiyetle anlatmıştı:
“Muharrem Şemsek ve arkadaşları farklı yollardan Türkeş'e ulaşıp 'partileşelim' diyordu. Ancak Bahçeli ve benim de aralarında olduğumuz grup 'Cezaevindeki arkadaşlarımız da çıksın sağlıklı bir şekilde partileşelim' istiyorduk. 
O yüzden Şemsek'e karşı çıktık. Onlar bizi dışlayarak bu işe soyundular. 
Bir akşam evime giderken 15-20 kişi bana saldırarak vurmaya başladılar. 
O saldırıda kafam yarıldı. Benden birkaç gün sonra da partileşmeye karşı olduğu gerekçesiyle Bahçeli'ye saldırı oldu. 
Emin Pazarcı’nın 7 Ağustos 2004 tarihinde Haber7.com’da yayınlanan yazısında anlatıldığına göreBahattin Ergezer; Başbuğ 12 Eylül’de tutuklandıktan sonra -telefonun ucundaki “neyi oluyorsunuz?” diyen askere “oğluyum” diyerek- ulaşan ilk Ülkücüydü. 
Dışarıdaki Ülkücüler, dost ve düşman tefriki yapamayan “12 Eylül yönetimine destek verilmeyeceği” mesajını, O’nun aracılığıyla almışlardı.
Pazarcı, yazısında bizim dünkü yazımızda bahsettiğimiz “Mayaş”ın kuruluşunu da şöyle anlatıyor:
“Almanya’dan dönene kadar Başbuğ’la görüşmelerini sürdüren Bahattin Ergezer döndükten sonra, Kızılay’daki Ziraat Mühendisleri Birliği’nde bir araya gelen Ali Güngör, Devlet Bahçeli, Selahattin Baysal, Ahmet Hamdi Ayan grubuna katıldı. 
Yapılan toplantıların sonunda dörtlü bir planınuygulanmasına karar verildi:
1) 12 Eylül yönetimine karşı direnilecekti.
2) İç bünyede dayanışma sağlanacak, dağılma önlenecekti.
3) Parasal ve hukuki çalışmalar yapılacaktı.
4) Anadolu, yeniden teşkilatlandırılacaktı.
Önce, basın yayınla irtibat için Mayaş işminde bir şirket kuruldu. Başına İsmet Büyükataman getirildi.”
Mayaş’la ilgili daha ansiklopedik bir bilgiye de muhalifyazar Arslan Tekin’in, rahmetli Ali Güngör’ün vefatını takip eden günlerde kaleme aldığı 23 Ekim 2014 tarihli yazısında rastlıyoruz:
“12 Eylül 1980 Darbesi’nin hemen ardından Devlet Bahçeli, Bahattin Ergezer, İsmet Büyükataman, Yılmaz Saka ve daha birçok arkadaşıyla MAYAŞ’ı kurdu... 
MAYAŞ bir şirket. Maksat Ülkücü Hareket’i diri tutmak... 
Hapistekilere, ailelerine yardım ediliyor, kısa aralıklarla Sözcü, Hizmet, Hamle, Töre dergileri çıkarılıyordu. 
Maddî güç tükenince, MAYAŞ’ın faaliyeti de bitti. Ardından Milliyetçi Çalışma Partisi dönemi... 
Devlet Bahçeli Genel Sekreter, Ali Güngör Genel Başkan Yardımcısı, Bahattin Ergezer Genel Sekreter Yardımcısı oldu.”
Şimdi…
Biz üç gündür, işte bu bilgiler ışığında: Başbuğ’un,1987’de MÇP’yi kurar kurmaz yanına “2’nci, 3’üncü ve 4’üncü adam” olarak aldığı üç kişiden ikisine “Başbuğ adına” saldıranlara “Bozkurt” denilemeyeceğini anlatmaya çalışıyoruz.
Bunu da isim vermeden, kimseyi yaralamadan yapıyoruz. 
Geçmişte abileri tarafından hataya zorlanmış, masum Anadolu çocuğu kardeşlerimizi suçlamıyoruz.
Gerçekle asparagasın, fitneyle hakikatin, teşkilat disipliniyle kaosun farkını ortaya koymaya çalışıyoruz.
Bence geç bile kalıyoruz!

Not: “42 yıl öncesini anladık da, Peki 28 yıl önce bugün yani 6 Temmuz 1997’de neredeydin hocam?  Derseniz bilenler bilir, o tarihte artık çoktan kemal çağına gelmiş Akademili arkadaşlarla birlikte Kurultayın yapıldığı spor ç salonunun dışında, elinde davul zurnayla sonucu kutlamaya hazırlanan Ocaklı gençlerin hemen arkasında, yeni bir tatsızlık olursa müdahale etmek üzere mevzilenmiş, kutlu sonucu bekliyorduk. Azmi Karamahmutoğlu’nun yerine göreve gelen Atila Kaya’nın Ocaklı gençlere hitaben “Ülkücü İrade Tecelli Etmiştir” içerikli bir konuşma yapmasını ilgili arkadaşlara hatırlatan da, Devlet Bey’in siyasi dehâsını çok erken, 1980’lerde keşfetmiş bu naçiz kardeşinizdi.

Saygıyla

Şükrü Alnıaçık
5 Temmuz 2025

YAZARLAR