Herkesin bir hikâyesi vardır. Kimi anlatır, kimi saklar içine. Bazısınınki bir yokuşun başında başlar, bazısınınki evinin avlusunda dökülen son kahkahada kalır. Ama her birinin ortak bir yanı vardır: hasretle yoğrulmuştur.
Şöyle derdi rahmetli nenem:
"Giden gider oğlum, ardında bir çökük yürek, bir boş tütün çuvalı, bir de rüzgârla savrulan dualar kalır."
Biz bu toprağın evlatları, gidenin ardından su döken, arkasından bakarken "gözüm yolda kaldı" diyen insanlarız. Çünkü her giden, bir parça geçmişi, bir dilim sevdayı, bir tutam anıyı alır da gider. Geriye ne kalır? Bir eski kilimin köşesi, tavan arasında unutulmuş bakır bir tas, ya da yılda bir kez yeşeren hatıralar...
Bizim köyde her evin bir hikâyesi olurdu. Camının kenarındaki fesleğeni solunca, bilirdik ki o evden biri eksilmiştir. Her boş kalan iskemle, her susan ocak, anlatırdı bize birini. Giden oğlunu bekleyen analar, yavuklusunun sesini rüzgârda arayan kızlar vardı.
Töre vardı eskiden; gidenin yeri kolay doldurulmaz, yerine kimse oturmazdı. Bir yas, bir suskunluk, bir dua yayılırdı evlere. Geceleri kapılar aralık kalır, sanki gelenin ayak sesini duymak isterdi hane halkı. Ve bir de sevda vardı... O köyde, o evde, o pencerede başlayan... Ne mektuba sığardı ne kelama...
Ama hayat böyledir işte. Herkes bir yerlere gitmek zorunda kalır. Kimi ekmek derdine, kimi düzen derdine, kimi de aşkına yenik düşüp... Ama gidenin arkasında kalan hep biraz yarımdır. Yarısı umut, yarısı burukluk.
Yazları köyün çeşmesinden su doldururken duyduğum nenemin sözü hâlâ kulağımda:
"Her evin bir gideni, her gönlün bir sızısı vardır oğlum… Biri özler, biri bekler, biri unutur."
O yüzden biz hasretle yaşamayı öğrendik bu topraklarda. Gölgelerle konuşmayı, sessizliği duymayı, susarken ağlamayı öğrendik. Çünkü her gidenin arkasında bir hikâye, her kalanın içinde bir roman vardı.
Ve o romanlar, yazılmaz…
Sadece yaşanır.
Kimi bir bakışta, kimi bir türküde, kimi bir çayın dumanında.
Şakir DENİZ
Akdağmadeni.