Hasan GEZER / UZLUK

Tarih: 05.07.2025 12:55

Nihat Genç'in ardından

Facebook Twitter Linked-in

Bazı insanlar dünyaya söz söylemek için gelir. Bazıları da sözün ta kendisi olur.
O, sözüydü bu ülkenin, söyleyen değil, haykıran hatta; susan değil, susmayı bile yazıya döken, anlatan, konuşan biri; düşünen değil, düşündüren biriydi.
Yalnızca yazan biri değil, yazdıklarıyla titreten, acıtan, uyandıran, kanatan, ağlatan ve şifa veren bir kalemdi.

Şeytanla el sıkışmayı reddeden bir yazarın hikâyesi bu...

Yıl 2001'di, Ben İstanbul’da kalabalıkların uğultusunda, reklamlarla, çarkın dişlilerinde bir vida. Bir taraftan da bir grup duyarlı arkadaş ile Alternatif Düşünce Platformu'nu kurduk, gelecek adına çözüm önerileri arayışındayız; O da Ankara’nın gri günlerinde, bu  memleketin geleceği için, geceleri sabahına kavuşturuyor, yazarak, anlatarak bıkmadan… 
Telefonla konuştuk, "Bu ülkeyi seviyorsak, tabi ki bir araya geleceğiz, konuşacağız,” demişti.
Hattı kapattığımda sesinin geride bıraktığı uğultuda samimiyet ve çocuksu bir vatan aşkı vardı. Yazılarında da aynı damar atıyordu, toprağın kokusu, Karadeniz’in sert rüzgârı ve bu topraklarda ıslak bir öfke.

Bu Çağın Soylusu'ydu ilk okuduğum eseri, Memleket Hikayeleri, Karanlığa Okunan Ezanlar, Hattı Müdafaa, Köpekleşmenin Tarihi, Amerikan Köpekleri.... Her satırı bozuk düzene bir yumruk, her paragrafı bir ağıt...
Bu dil fazlasıyla sert diyordu yayınevi, kitaplarını yayınlamayı bırakıyordu; Program yaptığı tv kanalları programlarının yayınını durdurıyordu, gerçekleri yüksek sesle söylüyor ve birilerini rahatsız ediyor diye. Gazetelerin sayfası açılmadı ona. Hakkında yüzlerce dava açıldı, mahkemelere gidecek param yok artık demişti bir gün. Kendi YouTube kanalını kurdu, gene rahat vermediler, hakikatin yankısı daraldı ama o hiç susmadı.

Hayatını, hiçbir otoritenin gölgesine sığınmadan yaşadı o. Hiçbir iktidarın eteğine tutunmadı, hiçbir zümrenin alkışına ihtiyaç duymadı. O, bağlanmayanlardan, biat etmeyenlerdendi,
sesi kimseden izin almadan yükselir, kalemi hiçbir yere danışmadan yürürdü, dimdikti, çünkü  hiç eğilmemişti.

Onu sevmek kolay değildi, çünkü aynaydı.
Kırık dökük vicdanlarımızı, çarpık düzeni, pas tutmuş ahlâkları, saklanan çürümüşlükleri en sert sözcüklerle yüzümüze vururdu.
Ama onu anlamak isteyen, her satırında bu memlekete duyduğu derin sevgiyi, içli bağlılığı, çığlığa dönüşen yarayı görürdü.
Taşına toprağına, dağlarına, delilerine, köylüsüne, şehrine, gecesine, türküsüne sevdalıydı. Ama işte tam da bu yüzden öfkeliydi, çünkü bu topraklara sahip çıkamadığımıza kahrolurdu. Yeri gelir bağırırdı, söverdi; yeri gelir kısılırdı sesi, gözlerinden kelimeler süzülürdü kimi zaman.

Yalnız bir yürüyüştü onunki ve her dönem yalnız, her dönem dışarıda, ama her daim içimizde bir sızı duyardık her sesine rastladığımızda.
Onun yalnızlığı seçilmiş bir yazgıydı, çünkü hakikatin yalnız yürüyen bir tabiatı vardı bu topraklarda.

Öfkesini hep sevdasından aldı, kelimesi karanlığa direnmek içindi, cümlesi bir yaranın üstüne düşen ateş gibiydi. Sadece siyaset değil, toplumsal çürüme, insanlık hali, ahlaki kayıplar, kültürel çözülüş de onun kaleminin hedefindeydi. Ne bir ideolojiye taptı ne bir partiye, ne bir tarikatın ne bir klikin adamı oldu. Bağımsız, bağlantısızdı; Bir kalemin ne kadar özgür olabileceğini gösteren son nesil kalemlerdendi.

Bir televizyon kanalının stüdyosunda, bir derginin sayfalarında, bir videonun başında gördüğümüzde onun sesiyle sarsılırdık.
Çünkü o sadece konuşmazdı, içini dökerdi.
Ve o iç, bu ülkenin bütün dağlarını, ovalarını, barajlarını, ormanlarını, kaybedilen çocuklarını, susturulan aydınlarını, unutturulmak istenen hatıralarını barındırırdı. Suyunu, taşını, toprağını, Karadeniz'in yaylalarını, Toroslar'daki Ladin ağaçlarını dertlenirdi. Hepsi vatandı çünkü iğneden ipliğe. O yüzden onun sesi öfkeydi, yangındı, bazen de yarım kalmış bir ağıttı.

Onun ölümü sadece bir yazarın vedası değil;
bir sesin, bir vicdanın, bir inatçı direnişin susmasıdır. Ama tam olarak sustu diyemiyorum, çünkü onun sözleri sayfalarda yaşamaya devam edecek.

Ancak o metinler, hâlâ bizi utandırıyor, hâlâ düşündürüyor, hâlâ gırtlağımıza bir yumruk gibi oturuyor. Onun tüm kelimeleri hâlâ dimdik ayakta.

Geride bıraktığı kitaplar, yazılar, konuşmalar kadar bir duruşun mirası kaldı bize. Artık biz ve tüm bizden sonrakiler o duruşu taşıyacağız.
Artık biz, eğilip bükülmeden konuşmanın ne demek olduğunu ondan öğrendiğimiz gibi yaşayacağız. Susturulmuşlara, görmezden gelinenlere, unutturulmak istenenlere onun kaleminden cesaretle sahip çıkmalıyız.

Belki de en önemlisi, biz bu ülkeyi ne zaman biraz daha kaybeder gibi olsak, onun gibi bir sesle yeniden silkinmenin, uyanmanın yolunu arayacağız. Kim bilir öyle biri ne zaman gelir ve biz görür müyüz?

Çünkü o sadece yazmadı, bir ülkenin hafızasını tuttu, kalemini vicdanın nabzına dönüştürdü ve en çok da bu memleketin sahipsiz olmadığını, hâlâ sevenlerinin olduğunu hatırlattı hep. 

"Benim ancak cesedim susar.” diyordu ve cesedi dahi kalemini tutuyor şimdi. İşte bu yazıyı zannediyor musunuz ki ben yazıyorum; Onun yaktığı ışığın uyanışın istikametinde yol alıyor bu kalem de.

Kelimelerimi seçerken bile elim titriyor, yazmakta zorlanıyorum, çünkü onun gidişi, Türkiye’nin vicdan tellerinden birini kopardı.
Şimdi kitaplarındaki sayfaları açın, rastgele çevirin: kan kokulu öfke, tuz kokulu gözyaşı ve leziz bir memleket sevdası yayılsın odanıza. O satırları kendi sesinizle yüksek sesle okuyun ve bırakın boğazınıza bir şey düğümlensin, bırakın gözleriniz ıslansın...

Çünkü bu toprak, ona sahip çıkamadığımız günlerin utancını da, onu hiç unutmayanların gözyaşını da aynı taşta saklayacak.

Nihat Genç ancak biz ağladığımızda rahat uyuyacak.

Yolu aydınlık, ardı uzun yankılarla dolsun.
Ruhu şad olsun.

Hasan Gezer 
4 Temmuz 2025


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —