Şükrü ALNIAÇIK


Şartlı Taziye!

Bir “Rahmetli taziye” benim borcum olsun, Sırrı Süreyya Önder’e, Ruz-i Mahşerde önce şunu soracağım:


Sırrı Süreyya Önder ve Romantik Devrimcilerin Bitmeyen Özlemleri

Ülkücülük, aynı zamanda bir uzmanlaşma mıdır? Evet, eğer millî meselelere 14 yaşından itibaren kuyumcu titizliğiyle kafa yorarsanız zamanla uzmanlaşır, hatta yaş kemâle erdikçe insan sarrafı bile olursunuz.

Bu yüzden de çeşitli önyargı tuzaklarıyla dolu olsa da insan tanıma ve hakkında fikir yürütme konusunda lugata veya kılavuza ihtiyaç duymadan bazı beşeri değerleme ve derecelendirme yollarına girdiğimiz bir vakıâdır.  

Yanılır mıyız? Nadiren yanılırız. Genellikle haklıyızdır. Birini gözümüz tutmadıysa tutmamıştır.

Eskiden yani kavga devrinde bu konuda daha hızlı ve aceleciydik. Zamanla hoşgörü çıtamız yükseldi, özeleştiri kabiliyetimiz gelişti, geç de olsa 40’larda tekamül ettik şimdi 60’larda çok daha sakin, hoşgörülü ve dikkatliyiz.

Devlet Bey’in son Ekim 2024 hamleleri de bu olgunluğun eseri.

Bunu kavgadan soğumak, ülkülerden uzaklaşmak veya milliyetçi mücadeleden kopmak gibi düşünmeyelim. Yeni ve sabır gerektiren, dervişane, uzun vadeli, karmaşık taktikler geliştirecek kadar soğukkanlı olabilmeyi kastediyorum.

Hani medrese usulü, kadı olup şeriatı arkasına alarak kol-bilek kesmek yerine tekke usulü, dergaha kırk yıl odun taşıtarak toplumsal cenneti inşa edebilme fırsatının belli bir kemalât gerektirdiğini anlatmaya çalışıyorum.  

İkisi de İslamîdir, ancak birinden Yavuz, birinden Yunus çıkar. Eğer zalime Yavuz, mazluma Yunus olacaksanız ikinci yolu da uygulayabilecek bir olgunluğa sahip olmanız gerekir.

Soğuk Savaş döneminin dahili yansıması olan kavga devrinde bizler Yavuz idik, çünkü karşımızda zalimler vardı. Şimdi de teröre ve teröriste karşı Yavuz olmaktan vazgeçmiyoruz. Ancak, bizim mücadele ettiğimiz zulüm ehlinin elinde kızıl bayrak, dilinde küfür, arkasında Moskof Rusya vardı.

Şimdi zulmün adresi değişti. Silahlı mücadeleyle manipüle edilmiş, ince emperyalist dokunuşlarla dünyanın ve bölgenin majör unsurları tarafından Türkiye’ye karşı kullanılmaya müsait hale getirilmiş bir halk kitlesi var.

Ulus devletin bütünlüğüne kasteden bu etnik kitle partileşmiş durumda, oy kullanıyorlar ve mecliste bazen 50 bazen 75-80 vekille temsil ediliyorlar. Ülkenin daha genç nüfusunu oluşturan bu etnik kitlenin kendilerinden olmayan diğer yarısını da ihanetle suçlayarak mevzi kazanıyor, diğer kültürel ve mezhepsel etnisitelere doğru genişleme eğilimi gösteriyorlar.

Haçlı Seferleri devrindeki Nizariler gibiler. Eğer meseleyi kendi haline bırakırsak, sadece bölgedeki Fatımiler’den ve Büveyhilerden değil, doğrudan doğruya Haçlılardan da destek alıyorlar.

Yani eski Yavuz politikalarına bazı Yunus adımları eklemek gerekiyor. Çünkü şimdi onlar Nizamülmülk’ün üstüne, haşhaşi çekerek, zehirli hançerlerle gitmiyorlar. Cahil kitleleri, sözün büyüsüyle teslim alıp, düşmanlarını dillerinin zehiriyle etkisiz hale getiriyorlar.

İletişim ve sanatın önemi de burada ortaya çıkıyor. Modern zamanların, demokrasi devrinin haşhaşı ve büyüsü bunlardır.

 

 

Sırrı Süreyya Önder, hayatın içinden gelmenin avantajlarını Allah vergisi yeteneklerle birleştiren, siyasi bir davaya baş koyarak statü kazanmanın izzetini, okuyup kendini geliştirerek taçlandıran, bunun yanında temaşayı tefekkürden fazla seven ve duygusal bir şark toplumuna hitap ettiğinin de farkında olan bir siyaset erbâbıydı.

Kendisinin de ifade ettiği gibi hem hapishane görmüş, hem devlet protokolünün üst sıralarına tırmanmıştı. Bu geniş makasın kapanmasında PKK’nın silahla ve 40 yıllık kanlı bir süreçle manipüle ettiği bir etnik siyasi parti etkili olmuştu.

Bunun da farkındaydı.

Bu hızlı yükselmenin ne kadar hukuksal ne kadar vicdani, ne kadar insani olduğunu fazla da sorgulamıyordu. Çünkü ona göre ülkede vicdani, hukuki ve insani olmayan pek çok olay yaşanmıştı, “bir kere de bizim için yaşansın” diyordu.

Bu düşünce tarzı, soğuk savaş döneminde şekillenen devrimci yaklaşımına uygundu.

Bir devrim olacaksa statü kazanmanın “tek’ine, çik’ine” bakılmazdı.

Bu noktada Önder’le ilgili bir karakter analizi yapmak istiyorum. Hani başta dedik ya sarrafız diye… Özellikle kendi kuşağımız konusundaki uzmanlığımızı kimseyle tartışmayız.

Önder 62 doğumlu, ben de 61’liyim. O Siyasal’dayken ben Dil-Tarih’teymişim. Kızılay kavşağında karşıdan karşıya geçerken omuzlaştığımız veya küfürleştiğimiz ateşli çocuklardan…

Hiç unutmam bir keresinde bizim Bünyan Akkışla’lı Ali Rıza bana iki gün küsmüştü. “Olum ne oldu?” diyorum. “Kendin bilirsin” diyor. Biraz daha somurtuyor.

Meğerse ışıklarda Hacettepe Beytepe İGD’nin reisiyle yanyana düşmüş, ben Ankara’nın acemisiyim, ışıklarda kimseye değmeden slalom yaparak ilerlemeye çabalıyorum.. 

Rıza biraz geride kalmış fark etmedim. Yanyana yürümüşler O sövüyor, bu sövüyor, neyse karşıya geçince biz Kolej’e doğru yürüdük, onlar Sıhhiye’ye doğru sapmış. Bu arada Ali Rıza da benim, görüp de görmemezlikten geldiğimi sanarak bana küsmüş.

Ne bileyim kardeşim?. Yüksek sesle sövsene dedim. E kalabalık tabii, biz de Anadolu çocuğuyuz öyle hanımların çocukların olduğu bir ortamda bırakın sövmeyi yüksek sesle bile konuşmayız …

İşte böyle 12 Eylül’den hemen sonraki 3 yıl içinde bu tür şeyler direkt Mamaklık olma ve işkence nedeniydi, o yüzden sloganlar çoktan bitmiş, küfürler sessizleşmişti.

Önder’i tanırım derken  bunu kastediyorum. Kavga Devri Çocuklarıyız biz… Kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz. 

Memleket Adıyaman… 8 yaşındayken kaybettiği Sosyalist, (TİP’li) Türkmen baba ve Nurcu dayılar… Said-i Nursî’nin de Kürt olması hasebiyle ana dilinden başlayan bir Kürt sempatisi üzerine bina edilmiş bir Sol-Sosyalist baba hatırası…

Babaya özlemle birleşmiş bir fikir mirasçılığı, küçük çaplı bir ideolojik saltanat ve 80’lerde sade vatandaşı bile ikrah ettiren askeri söylemlerle yürütülen Atatürkçü rejimle olan bütün bağları koparan bir Nurcu muhalefet.

Damarlarında kandan gelen Sol marjinalite, iskelet dokusunda ve kemik iliğinde anne sütünden gelen Sağ marjinalite Sırrı Süreyya Önder’i yavaş yavaş en marjinal muhalefet unsuru olan silahlı mücadeleye doğru ısıtıyor, PKK’yla empati kurmasına ve Apo’yla fikren kucaklaşmasına yol açıyor.

Bundan sonrası, yaptığı işi, geldiği noktayı meşrulaştırmak için argüman geliştirmeye kalıyor. Allah vergisi söz ustalığı bunun için yeterince uygun. Bir Türkmen olarak, binlerce Mehmetçik katilinin yanında ne işi olduğunu anlatması için insanın laf ebesi olması yetmez, ortaya çııkan veledin, yenidoğan tedavi ünitesinde uzun süre yoğun bakım görmesi de gerekir.

İşte ergenlik çağı devrimcisi, mapushane sakası, tahliye sonrası kamyon şoförü ve sinema emekçisi Sırrı Süreyya Önder, kendisini TBMM Başkanlık kürsüsüne çıkaracak ortamı bu süreçte keşfediyor.

Sinemaya hayat veren Şişli - Nişantaşı bölgesinde de kendisi gibi  milliyet bakımından son derecede diğerkam bir zümrenin varlığını keşfediyor.

Bizim, “mahalle yanarken saçını tarayan o.ospu” olarak gördüğümüz bu zümre, aslında bizim mahallede oturmamaktadır.

Demokrasiye geçildikten sonra Türkiye’nin kentleri, yaşadıkları tarihi olaylara göre bir sandık aritmetiği üretmişlerdir. İstanbul’un sandık aritmetiği Cumhuriyet döneminde yapılan iç göçlerle taşrayla alabildiğine yakınlaşmış olsa da göçlerden en az etkilenen semtler, Taksim, Şişli, Harbiye ve Nişantaşı’dır. Buralar Batılı yaşam tarzının ithalat limanlarıdır ve içinde bir hayli dönme ve kripto barındırmaktadır.

Osmanlı’da gayrimüslimliğin en kolay yaşandığı yer payitaht yani İstanbul’dur. Gayrimüslim olmak, olamıyorsan seküler, sosyalist, deist veya agnostik olmak için de en uygun yer yine İstanbul’dur.

Osmanlı Bankası Baskını ve Yıldız Suikasti gibi birkaç polisiye vak’a dışında İstanbul’un Türk mahallelerini militarize edecek bir etnik çatışma da yaşanmamıştır.

İstanbul’da 1910 yılına kadar Türkler askere alınmamıştır, çünkü İstanbul’un Türkleri, 1453’ten 1923’e kadar İstanbul’da azınlık durumundadır.

Yani İstanbul’un “kınalı kuzu” kültürü zayıftır. İstanbul’da efelik, seymenlik, sekbanlık, zeybeklik ve Kuvay-ı Milliye gibi “esliha’y-ı müstahfaza” (Başı bozuk gönüllüler) kimliği yoktur.  

İstanbul’un katipleri ve zabitleri vardır. Onlar da Anadolu’ya nazaran epeyce kibardır!

MHP’nin 55 yıldır İstanbul’da barajı geçememesinin sebebi budur.

Milliyetçiliğin mayalanacağı yerler geçmişte Türk olduğun için bedel ödenmiş kentlerdir. Mesela, Kilikya Ermenisi’nin elinden Fransız dipçiği yemiş adam, kolay kolay liberal solcu olmaz!

Başbuğ’un 1969 Kongresini Adana’da toplamasının da sebebi budur.

Antranik’in yaktığı Kars ve Erzurum, devletin elini göremeyince başının çaresine bakan Gümüşhane ve Bayburt, İspir Vadisi, Pontus çeteleriyle boğuşan Trabzon, Rize, Giresun, Ordu, Samsun, Anadolu’nun piyade deposu İç Anadolu, Türkmen yatağı Kastamonu, Sinop, Çankırı, Yunan çizmesi görmüş Ege ve Ermeni zulmüne uğramış Van, Muş, Bingöl, Bitlis, Dersim eşkıyalığından yılmış Erzincan, Elazığ ve Çemişgezek…

Konuyu dağıtmayalım, biz sadece Sırrı Süreyya’nın değil, bölge Türkmenleri’nin genetik kodlarındaki Baba İshak isyanının da Tunceli bölgesinde yoğunlaşan 1938 travmasının da Kürt siyasi hareketi üzerindeki etkilerini biliriz ve bir adama kartvizitine göre puan vermeyiz.  

Apo da bunun farkında ve Süreyya üzerinden “Baba İshak” edebiyatı yaparak Türkmenlere atlamaya çalışıyor. PKK’nın BAAS Muhaberatının emrinde Dersim grubundan ne kadar Baba İshak torununu katlettiğini sanki kimse bilmiyor.

Sözüm ona “Atatürkçü” askerden 18 yaşında işkence görmüş, ana tarafından Nurcu, baba tarafından İşçi Partili bir Devrimci, dünya nimetlerine de epeyce doyduktan sonra dönüp dolaşıp “Terörsüz Türkiye” için inisiyatif alacak bir kıvama gelmişse ona belli ölçülerde sahip çıkmak ve elini boş bırakmamak, milli feraset ve siyasi kemalat olarak değerlendirilebilir.

Ancak, vatan borcu öderken şehit düşmüş “mükellef” (anayasal yükümlü) erlere rahmet dilememiş ve onların gözü yaşlı ailelerinden özür dilememiş hiçbir DEM’liden bir kahraman çıkmaz.

Meziyetleri, muhabbetleri, bize de hoş gelen temâşa dolu esprili halleri, takdire şayan olabilir. Son tahlilde Devlet Bey’in başlattığı “Terörsüz Türkiye” sürecine yılların verdiği bıkkınlıkla da olsa barış ve kardeşlik kelimelerinin büyüsüyle de olsa omuz vermesi, yorucu ve yıpratıcı bir görev alması takdire şayandır. Ama bunlar Sırrı Süreyya Önder’in soğuk savaş döneminde girdiği yolu, 40 yıl daha terk etmemesini makul, haklı, vicdani ve bilimsel hale getirmez.

Türk-Kürt ikilemi üzerinden bir statü çıkarma merakı da gözden kaçmış değildir.

Anayasal tanımında Türk vatandaşlığıyla eşdeğer olan “Türk”ü etnik bir kimliğe dönüştürme ve “Türkmen” statüsüne indirgeyerek “Kürt”le eşitleme çabası da gözümüzden kaçmamıştır.

Sırrı Süreyya Önder’in karşısına, masasına, dost meclisine Türk olarak ya milliyet şakülü dipten kaymış oruç kaçkını sözde Marksistler, Ermenice gezip tozmak varken ne işim var Türklükle diyen Şişli - Nişantaşı züppeleri, ya da Nur Cemaati’nin hezarfen Saidleri düştüğü için durumdan laf ebeliğiyle bir özerklik koparabileceğini düşünmüş olabilir.

Bu sebeple Apo’nun yazılı çağrısında yer almadığı halde “kendi elimle not aldım” diyerek araya bir “hukuksal statü” ifadesi sokuşturmaya çalıştığı da gözümüzden kaçmamıştır. Bu yaklaşım, marabanın durumdan vazife çıkarması, mankurtun ağadan rol çalmasıdır.

Ben bu süreçte Sırrı Süreyya Önder’e “Devlet Bey’in misafiri” gözüyle baktığım için eski ve yeni yaptıklarıyla ilgili bir eleştiri geliştirmedim.

Ama emin olun attıkları her adımı, kabristandan olaya nezaret eden bir şehit titizliğiyle takip etmekteyim. Aynı zamanda Devlet Bey kadar da soğukkanlıyım.

Bakalım kim ne kadar iyi niyetli? Bakalım kim kendisini uyanık, karşısındakini aptal zannediyor?

Apo’nun taziye mesajında, Önder’den bahsederken “Barışın ve Barış sürecinin hepimize kazandıracağını çok iyi biliyordu.” sözünü de gözden kaçırmadım.

Apo’nun yapılan işi, Barış ve Barış Süreci şeklinde iki parçaya ayırması önemlidir.

Apo’nun Sırrı Süreyya’nın eliyle not aldığı ve “hukuksal statü”den bahseden cümlesini taziye mesajında doğrulaması ve hatırlatması da ilginçtir.

Bütün devrimciler yalan söyler ve bunu bir mücadele pratiği olarak içselleştirmiştir.

Uzayan bir “süreç”ten Devrimci bir ekibin, muzır faydalar çıkarmaya çalışacağı bilinmelidir.

Önce beklentinin yükseltilmesi, sonra da ortaya atılacak statü şartının taban baskısıyla kabul ettirilmeye çalışılması, başarısızlık halinde de ABD ve İsrail’le birlikte düğmeye basılması ihtimali, gözden ırak tutulmamalıdır.

Apo’nun, “devlet tarafından tanınmış meşru lider” sıfatıyla icraat yaparken, DEM’in İmralı seferlerinin 1, 2, 3, 4… derken 8’e kadar uzaması halinde bu işin cılkının çıkacağından da eminim.

Berzah alemi mahşere kadar açıktır. Yani Rahmetin acelesi yoktur.

Ben Terörsüz Türkiye Süreci’nin sonunu görebilmeyi umut ediyorum. Ve eğer DEM heyetinin samimi olduğu netleşirse ve Devlet Bey’in iltifatına mazhar olacak şekilde PKK’ya silah bıraktırması mümkün olursa işte bunu o zaman yapacağım.

Devlet Bey, görevi ve aldığı sorumluluk gereği yapması gerekeni yapmıştır, ama ben abartılı taziye korosuna katılmayı şimdilik erken buluyorum. En azından bu konuda muhalif olmayan kitlesel bir direnç ve samimiyet beklentisi baskısı oluşturmanın gereğine inanıyorum.

Son olarak…

Bir “Rahmetli taziye” benim borcum olsun, Sırrı Süreyya Önder’e, Ruz-i Mahşerde önce şunu soracağım:

“Cumhurbaşkanı Gürcü, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Zaza, Dışişleri Bakanı Kürt bir Türkiye Cumhuriyeti, kimi Türk diye bağrına basıp yüceltmiş de kimi Kürt diye dışlamış ve aşağılamış?..” 
Ne statüsü?.. diyeceğim.

Bu konuda, hasbelkader aldığı kontra pozisyonu, Allah vergisi dil cambazlığını kullanarak meşrulaştırmaya çalışan bir Kürdofil Türkmen’den öğrenebileceğim herhangi bir hak ve hukuk olmadığı konusundaki inancımı da ölene kadar  koruyacağım.

“Vuralım kıralım, hayatlar karartalım, ocaklar yıkalım; sonra da suret-i hakkın şaftını, laf ebeliğiyle kaydırıp, haklı olalım!”

Bunun adı statü arayışı filan değil ayrıcalık sevdasıdır.

İki gram mürekkep yalamış, romantik devrimcinin, Müslüman mahallesinde sattığı salyangoza müşteri olmayan Türk’e duyduğu saygısızlığın dışa vurumudur.

Türkiye Cumhuriyeti, hiç kimseye, hiçbir etnik gruba, sebebi ne olursa olsun suç işleme ayrıcalığı tanımayacaktır.

Allah, dünyanın en mazlum millleti olan Türk’ü ve onun kanıyla canıyla fakr-u zaruret içinde, 416 savaşla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni, sonsuza dek koruyacaktır.

Saygıyla… 
Şükrü Alnıaçık
6 Mayıs 2025

YAZARLAR