(Okumayı Sevenlere)
Hukuk Dilinde “Tebâ”dan “Türkiyeli”ye ve “Türk”e Geçiş
“Türkiyeli” kelimesinin hukuken itibar gördüğü yıllar, Türkiye’nin Lozan Antlaşması’yla kapitülasyon enkazından çıktığı döneme rastlar.
Kelimenin, yasama süzgecinden geçmiş bir hukuk metninde yer aldığı ilk belge, 3 Nisan 1924 tarihli “Muhamat Kanunu”dur. Bu kanun, Lozan Barış Antlaşmasında Kapitülasyonların kaldırılması sayesinde çıkarabilmiş, Avukatlık kurumunu ıslah ve tanzim eden bir kanundur.
Meclis tutanaklarından “Türkiyeli” kelimesinin taslak metindeki “tebâ” yerine Tunalı Hilmi Bey’in “vatandaş demek lazımdır” uyarısına binaen Kastamonu mebusu Necmeddin Molla Bey’in “Türkiye Cumhuriyeti tebâsı yerine Türkiyeli” diyelim önerisine uygun olarak oya sunulduğu ve kabul edildiği anlaşılmaktadır.
Bu kanunda “Türkiyeli” kimliği, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Avukatlık mesleğini icra edebilmek için bir milli itibar olarak değerlendirilmiştir. Çünkü başta İstanbul Barosu’nun kurucuları olmak üzere Osmanlı payitahtında Avukatlık mesleğini yürütenlerin çoğu gayrimüslim, bir kısmı da yabancı pasaportlu üç kağıtçılardır.
Klasik dönem Osmanlı hukuk sisteminde Avukatlık kurumu bulunmadığı için Tanzimat’tan sonraki “Osmanlıcı” süreçte giderek “çok hukuklu” bir hal alan Osmanlı adliyesinde “Muhamat” yani Avukatlık genellikle gayrimüslimler için gerekli bir iş koluydu.
Kapitülasyonlar, Fransız, İngiliz, Rus vs. vatandaşlarına ticari ayrıcalıklar kazandırdığı için bu devletlere potansiyel ajanlık hizmeti veren, konsolosluk kapısı aşındırarak vatandaşlık hakkı kazanan Osmanlı Gayrimüslimleri, mesela 1876 yılında Dış Ticaret’in % 97’sini elinde bulundurur hale gelmişlerdi. Bu adamların ticari ve sair davalarına bakacak avukatların da yabancı olması kaçınılmazdı.
Böyle olunca da mesela 1908’e kadar Osmanlı Devleti’ndeki tek Avukatlık örgütü olan “Barrreau de Constantinople”un tüm üyeleri gayrimüslimdi. Çoğu da “Türkiyeli” değil, yabancı ülke vatandaşıydı.
İşte 1908’de Konstantinopolis Barosu’nda kayıtlı 33 Avukatın uyrukları:
10 Yunanlı, 6 Osmanlı tebâsı (3 Rum, 3 Ermeni) 5 İngiliz, 4 İtalyan, 3 Fransız, 2 Avusturya-Macaristanlı 2 Belçikalı, 1 Rus
Arz talep dengesini dikkate alırsak baro avukatlarının, Türkiye’de müvekkillerinin hukukunu koruyan fahri konsoloslar gibi çalıştıklarını kabul edebiliriz. Yerli Rumların Osmanlı mahkemelerine karşı güçlü durabilmek için Kapitülasyon mevzuatını iyi bilen Yunanlı avukatlar tutmaları, cibilliyetlerine uygun bir durumdur. Baroya kayıtlı 33 Avukattan 13’ünün Rum olmasının mantığı budur. Diğer rakamlar, Doğu Akdeniz ticaretiyle ilgili makul sayılardır.
Baroda 1908’den sonra II. Meşrutiyette belli bir millileşme görülse de zaten sosyetenin tamamına hakim olan batı taklitçiliği Baroda da kendini göstermiş ve İstanbul Barosu’nun kozmopolitik karakteri Cumhuriyete de intikal ederek günümüze kadar gelmiştir.
I. Dünya Savaşı ve mütarekeden sonra yaşanan onur kırıcı işgal yıllarında İstanbul’da Rum avukatlar Rum barosu, Ermeni Avukatlar Ermeni Barosu kurmakla kalmamış, İstanbul Barosuna üye avukatların çoğu işgal güçleriyle iş birliği içinde olmuşlardır.
Cumhuriyet döneminin ilk Avukatlarından olan Ali Haydar Özkent, “Bizde meşrutiyet idaresi, pek kıymetli istisnalar bir yana bırakılırsa, meslek mirası olarak çoğu Rum, Ermeni, Yahudi vs. olmak üzere acayip bir grup dava vekilleri heyeti ortaya çıkarmıştı,” diyerek Muhamat Kanunu’nun önemini ortaya koyarken, yapılan tasfiyelerin ne kadar haklı ve adaletli olduğunun altını çizmektedir.
Özkent “Avukatın Kitabı” (1940) adlı eserinde, ihanet batağına düşmüş dava vekilleri için; “Mütareke yıllarında irinle dolu kursakları patladı” diyerek 3 Nisan 1924 Tarihli Muhamat Kanunu’yla yapılan tasfiyenin haklı gerekçelerini aşağıdaki gibi sıralamıştır:
1- İstanbul’da Rum ve Ermeni Barolarının kurulmasına elebaşlık etmeleri,
2- Osmanlı mahkemeleri yerine yabancı konsolosluk mahkemelerinde iş takibi yapmaları,
3- Bazı Avukatların Yunan, Fransız ve İtalyan devletlerinin himayesine girmeleri…
4- Bazı avukatların casusluk faaliyetlerine girişmeleri…
9- Sözle ve yazı ile Türklüğe, onun şeref ve istiklaline düşmanlık duygularını göstermiş olmaları,
10- Damat Ferit Paşa’nın kurdurduğu ve sonradan Nemrut Mustafa Paşa’nın Başkanlık ettiği divanı harplerde veya bu gibi teşekküllerde öz vatan evlatlarının aleyhinde tanıklık etmeleri ve idam edilmelerine yol açmaları,
Bunlar düpedüz vatana ihanet niteliğindeydi ve 3 Nisan 1924 tarihli Muhamat Kanunu, barodan ciddi tasfiyeler yapıldı.
Tefrik Komisyonu çalışmalarına başladığı zaman Baro levhasına kayıtlı avukat sayısı 960’dı. Bunlar içerisinde maddi ve manevi şartları uygun görülmeyen 473’ünün kaydı silindi. Bu % 50’lik tasfiyenin temel nedeni “vatana ihanet”ti.
İhanetin Kurumsal Genetiği ve Aristo Mantığına Göre Türk Kimliği
Bizim bu yazıyla ulaşmak istediğimiz amaç, İbrahim Kaboğlu’yla yine yabancı muhâmat limanlarına yelken açan İstanbul Barosu’nun genlerindeki hastalığı analiz etmek değil, kavramsal bir meseleyi çözümlemektir:
1- Türk Hukuk İnkılâbı’na dair önemli bir kanunda, Türkiye’de Avukatlık mesleğini icra etmek için “Türkiyeli olma” şartı getirilmiştir.
2- Bir süre sonra bu madde “Türk olma” şeklinde değiştirilmiş ve
3- Uygulamada hiçbir değişiklik olmamıştır.
Bunun anlamı şudur:
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren “Türkiyeli” olanları yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını matematiksel bir netlikle, hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek bir şekilde “Türk” kabul etmiştir.
Bunun böyle olması, hem Misak-ı Milli’ye, hem Lozan Antlaşması’na hem de 1924 Anayasası’na uygundur.
Avukatlık mesleği için “Türk olmak” şartı getirildikten sonra Türkmen, Kürt, Laz, Gürcü, Ermeni, Rum, Yahudi, Arnavut, Çerkez ve sair etnik köken farkı gözetilmeksizin tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Avukat olabilmesi, Cumhuriyet rejiminin “Türk” kavramından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kastettiğinin hukuksal kanıtıdır.
Atatürk’ün Milliyetçilik ilkesi, 1937’de, Türklüğün bu kapsayıcı tanımına uygun olarak Anayasaya girmiş ve kapsayıcı bir yaklaşımla uygulanmıştır.
Eğer “Türkiyeli”yseniz etnik kökeniniz ne olursa olsun devletin resmi eğitim diline uygun olarak İstanbul telaffuzuyla Türkçe eğitim almanız medeni bir gerekliliktir.
Coğrafyanın adı 13. Yüzyılda “Türk”ten Türkiye olmuş, devletin adı, 1921’de “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye”den “Devlet-i Aliyye-i Türkiye”ye çevrilmiştir. İlk kez 1 Mart 1921 Tarihli Türk-Afgan Dostluk Antlaşması’nda yapılan bu isim tercihi, coğrafi açıdan daralmayı ve imparatorluktan ulus devletine dönüşmeyi ifade ettiği gibi, bir hanedanın tebâsı olmaktan çıkıp halk idaresine yani cumhuriyete doğru geçmeyi de ifade eder.
Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına önce teba yerine Türkiyeli sonra da Türkiyeli anlamını ihlal etmeyecek şekilde Türk denilmesi antropolojik değil hukuksal bir tercihtir. Devletin bütün işleyişi bu anayasal tercihe uygun olarak şekillenmiştir.
Burada herhangi bir etnisiteyi inkar söz konusu değildir. Nüfusun % 75’ini teşkil eden ve Anadolu’nun . Haçlı Seferlerinden sonra batılı kaynaklarda “Turchia” olarak anılmasını sağlayan Batı Oğuzları, bir “Türkmen” adı dayatması içinde olmamışlardır, çünkü bu çileli halkın böyle bir derdi ve beklentisi yoktur.
Coğrafyanın adı Türkiye’dir ve bu coğrafyada kurulan devletin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, ismini ırktan veya soydan boydan değil coğrafyadan almıştır.
Aksi takdirde Batı Trakya Türk Devleti denemesinde veya Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti uygulamasında olduğu gibi “etnik, soysal varlığa dayalı” bir isim almakta zorlanmazdı. (Türk Umumi Meclisi, Büyük Türk Millet Meclisi, Türk Meclis-i Millisi gibi)
***
Türk Kimliği, Yüzlerce Kutsal Muharebe Sonucunda İnanç ve Kültür Odaklı Şekillenmiştir
Milletlerin oluşumu temelde iki şekilde olur. 1- Japonlar gibi “kavim milletler…” 2- İtalyanlar gibi Tarihi milletler.
Tek tip olan “Kavim milletler”in oluşumu, yüzyıllar içindeki geometrik nüfus artışıyla, Tarihi milletlerin oluşumu ise tarihi olaylara bağlı olarak gerçekleşir.
Mesela bir imparatorluk kurulur. Eyaletlere şamil ortak bir hukuk, eğitim ve inanç sistemi kurar. Büyürken ve sınırlarını korumaya çalışırken pek çok savaş yapar. Bu savaşların “gaza” niteliğinde kutsal savaş olması, halkı yaygın eğitim veren bir harbiye mektebi gibi doktrine eder.
Bunun adı kültürlenmedir.
Kıvançta tasada, düğünde dernekte, askeri seviyede yaşanan milli dayanışmada, kardeşlik seviyesinde hissedilen komşulukta ve asker arkadaşlığında bu tarihsel kültürel doktrinasyon ayırt edici bir şekilde hissedilir. Artık farklı etnik gruplardan, en büyük ortak değeri din birliği olan bir “Tarihi Millet” oluşmuştur.
Osmanlı tarihi içinde irili ufaklı 416 muharebe yapılmıştır. Medreseler ve camiler, yüzyıllar boyunca bu kutsal savunma kültürüne uygun insan tipi yetiştirmiştir. Okur yazar Avrupalılar Müslümanlığı Türklerle tanıdığı için Müslüman olmayı “Türk olmak” şeklinde tanımlamışlardır. Hollanda’nın Protestan bağımsızlık savaşçılarının sloganı “Papa taraftarı olmaktansa Türk olmak”tır.
Sırplar Müslüman olan Bosnalılara “Türk oldular” diye saldırmışlardır.
Dolayısıyla “Türk” kimliğinin ırktan veya milliyetten fazla anlamlar ifade etmesi konusunda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bir ilk değildir.
Osmanlı’nın tüm kutsal savaşlarına ilaveten 19. yüzyılın bütün kanlı hatıraları, savaşları ve azınlık isyanları din odaklıdır. O yüzden de “Misak-ı Milli”den başlayarak bu yeni uluslaşmada en önemli faktör dinsel aidiyet duygusu olmuştur.
Misak-ı Milli’nin 1. Maddesindeki “Osmanlı İslam ahalisi” sözü Lise ders kitaplarına “Türkler” olarak geçmiş, kasıt ve anlam değişmemiştir. 1924 Anayasası’nda Türk kavramı, vatandaşlık bağıyla tanımlanmıştır.
Anadolu ve Rumeli’de Laz veya Gürcü, asla Arnavut veya Boşnak’la, Kürt veya Türkmen asla Arap veya Çerkez’le savaşmamıştır. Hepsi bir olmuş, Pontus Rum’uyla, Kilikya Ermeni’siyle karşı karşıya gelmiştir.
İzmit Kuva’y-ı Milliyesi’nin sarsılmaz gücü olan Servetiye akıncılarının çoğu Laz kökenlidir. Yunan işgaline rehberlik eden Bahçecik Ermenileri’nin ihanetini affetmemişlerdir. Henüz ortada “Milli Eğitim” yoktur, fakat Tarihi olayların etkisiyle oluşan bir Kuva’y-ı Milliye ruhu vardır.
Fethettikleri coğrafyanın teo-stratejik özellikleri nedeniyle dünya tarihinin en fazla savaşan milleti olanlar, sürekli din ve mezhep odaklı savaşlar yapanlar, bu savaşlarda dostu ve düşmanı bir olanlar, Tarihi olayların etkisiyle uluslaşmıştır. Ulusal devletin adı Türkiye olduğuna göre bu kader birliği yapmış halkın tamamına da hukuken Türk Milleti denilmiştir.
Bu bir “Tarihi Millet” oluşumudur ve Ord. Prof. Sadri Maksudi Arsal’ın “Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları” adlı eserindeki tanıma uygundur. İtalyanlar nasıl Roma İmparatorluğunun bakiyesiyse Türkler de Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesidir. İtalyanlar nasıl Etrüsklerden, İtaliklerden, Lombardlar’dan, Süevlerden ve Sicilyalılardan oluşuyorsa Türkler de öyle Türkmenlerden, Kürtlerden, Zazalardan, Lazlardan, Gürcülerden, Çerkezlerden, Arnavutlardan ve Boşnaklardan oluşur. Bu % 99,8’in ortak özelliği Müslüman olmalarıdır.
Türk kimliğinin oluşumunda dinin belirleyici olduğunun en önemli karinesi mübadeledir. Anadolu’da ana dili Türkçe olan Karaman Rumları Yunanistan’a gönderilirken Müslüman Rumeli halkı, anadiline bakılmaksızın “Türk” olarak baş tacı edilmişlerdir.
Bugün Türkiye’de Devlet protokolünün ilk sıralarında ana dili Gürcüce, Zazaca ve Kürtçe olan devlet adamları oturmaktadır, Milliyetçi Hareket’in lideri “Türkmen Beyi” Devlet Bahçeli’nin de bu durumdan herhangi bir rahatsızlığı yoktur.
Yani Terörsüz Türkiye süreci, herhangi bir etnik rahatsızlıktan kaynaklanmamıştır.
“Teba”dan “vatandaş”a geçiş insani bir erdemdir, 1920’lerde bunu yapanlar hukuken Türkiyeli olmuştur. 1924 Anayasası Türkiyeli’yi Türk olarak tanımlamıştır.
Şimdi dönüp de Türk’ü tekrar Türkiyeli yapmak kısır döngüde boğulmaktır, kavramsal anlamda irticadır.
Kimsenin eli kanlı teröristleri mutlu etmek için Anadolu’yu Türkiye yapan koskoca bir milletin ismiyle oynama hakkı yoktur. Kendisini Türk kabul etmeyen Türkiyeli kimliğini kullanabilir. Ancak bu durum onu, arasında Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin ve Kürtlerin de bulunduğu Türk ulusunun, kimlik sorunu yaşayan tebası durumuna düşürmekten başka bir işe yaramaz.
Ana dilinin anne sütü kadar helal olduğunu doğrudur, ancak anne sütü 4 yaşına kadar helaldir. Sonra peynir ekmeğe yani herkesin yediğini yemeye devam edersiniz, kamusal alanda yani sokakta, lokantada veya çarşıda pazarda Anne sütü içemezsiniz.
Marksizm Ulus Devlete Atılmış Bir Siyonist Kazığıdır!
50 yıldır siyaset, 40 yıldır Tarih okurum, ben bu Marks’ın daha bir yaralı parmağı tedavi ettiğini görebilmiş değilim. Marksizmin, dünyada bir tane sağlam rejim kuramadığını ama şu fakir memlekete 10 bin gariban vatan evladının şehadetine nasıl yol açtığını adım adım gözlemledim. Dağlarda telef olan 40 bin teröristi katarsak, maliyet daha da yüksektir.
Konuyu bir de Perinçek’ten dinlemek isterim aslında… Belki de Marks’ın olaydan haberi yoktur ve senaryo tamamen farklıdır. Belki de Marksizm, 9 Mart 1971’de akim kalan Madanoğlu darbesinden beri, sandıkla devrilemeyen Türk Sağının üzerinde keleşle tepinmek için Türk siyasetine uyarlanmıştır. Türk Sağı uyanınca da bu yüzden “Cumhur İttifakı”nı kurmuş ve “Terörsüz Türkiye” sürecini başlatmıştır.
Benim bildiğim, 1820’den itibaren Anadolu Müslümanlarından bir kişiyi bile Hristiyan yapamayan şer odakları, soğuk savaş döneminde, punduna getirip bir kısım Kürd’ü Marksist yapmayı başarmıştır. Bu durum stratejik araştırmalar sözlüğünde, bir tür dinden çıkma ve vaftizsiz Hristiyanlık anlamına gelir. Lavrion’da Yunan’ın hizmetine girer, Ben Gurion’da Siyonizm’e uşaklık edersiniz, memleketin ormanlarını yakarsınız, abileriniz de sizi ateşin oğulları diye avuturlar.
Aslında yaptığınız dine, tarihe, vatana ve millete ihanettir. Buradan herhangi bir hak iktisap etmenin akla, mantığa, hakka ve hukuka uygun bir tarafı bulunmamaktadır.
Marksist bir Kürt, tarihin akışına uygun olarak ve bizim çok özel hikayemize göre Türklükten çıkmış olur, tıpkı Marksist bir Türkmen gibi… Yani Cemil Bayık’la Murat Karayılan’ın veya Ali Haydar Kaytan’la Mustafa Karasu’nun bir farkı yoktur. Türk askerine silah çekenin milliyeti cehennem milletidir. Bu sıfatı, bizim Kürt kardeşlerimize uygun görmemiz ve onları Apo’nun kuyruğuna takmamız mümkün değildir.
Bir PKK sempatizanının “Türkiyeli” olmasının da olmamasının da hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah, vatan, bayrak ve millet düşmanından Türk olmaz. PKK’lılar ve onlarla yol arkadaşlığı yapanlar önce pişmanlık beyan etmeli ve yaptıklarından utanarak özür dilemelidir.
Sonra da Kürt okur yazarları, Tarihe yön vermiş bir milletin adıyla uğraşma aptallığından uzak durmalıdır.
Sonuç ve Bir Öneri:
DEM Parti seçmenleri ve “Tanrıyı yenerek lider olduğunu” iddia eden Apo’nun Sol- Sosyalist müritleri, eğer gayrimüslim olduklarını kabul ediyorlarsa onların da mübadele yoluyla istedikleri bir ülkeye gönderilmeleri ve Cumhuriyetin ruhuna uygun olarak bizimle kalan Müslüman Kürtlerin tıpkı Devlete karşı görevlerini yerine getiren Kürtler, Zazalar, Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar, Lazlar ve Gürcüler gibi baş tacı edilmeleri, ciddi bir seçenek olarak TBMM’nin gündemine alınmalıdır.
Dünyada korkutucu figürlere ödül verilen, yani azgınlığın ödüllendirildiği tek ortam, Cadılar Bayramı’dır.
Bizde pek kutlanmaz, ama eminim ki milletimiz, öyle millete korku vermek kastıyla bağırıp çağıran kabak kostümlü cadılar bulsa ortaya alıp, köçek diye oynatacaktır!
Saygıyla…
Şükrü Alnıaçık
8 Ağustos 2025